AND
Küçük hocanın ağır tokadı, büyük hocanın uzun sopası ki, rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben, hiç dayak yeme-miştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa büyük hoca kuru ve kemikten elleriyle, yalan söylediğim için, sağ kulağımı çekmişti; o kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu ve kıpkırmızıydı. Hâlbuki kabahatim yoktu; doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının, musluğu koparılmıştı. Büyük hoca. bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta ve zayıf bir çocuktu. Haber verdim, falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahatli olmadığını söyledi ve yere yattı. Bağıra bağıra sopa yedi. O vakit büyük hoca: "-Niçin yalan söylüyorsun, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı; yüzünü buruşturarak darıldı.
Ağladım, ağladım; çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azadından da dayağı yiyen çocuğu tuttum:
—Niçin beni yalancı çıkardın, dedim. Musluğu sen koparma-mıştın.
—Ben koparmıştım.
—Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.
Israr etmedi, yüzüme baktı, bir an durdu ve eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı, anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim, merak ediyordum:
—Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum; ama o çok zayıf ve hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür; daha yataktan yeni kalktı. —Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
—Niçin olacak, onunla ant içtik; o bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte!
—İyi anlamadım, tekrar sordum:
—And ne?
—Bilmiyor musun?
—Bilmiyorum.
O vakit güldü ve benden uzaklaşarak cevap verdi:
— Birbirimizin kanlarını içeriz; buna ant içmek derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.Sonra dikkat ettim, mektepte pek çok çocuk birbirleriyle ant içmişlerdi; kan kardeşi idiler. Bir gün bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını gördüm.
Tatil günleri bizim evin bahçesine, bütün komşu çocukları toplanırdı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budakların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mistik... 0,hepimizden kuvvetliydi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları vücudu... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi. Yazın, her cuma sabah büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık! İşte yine böyle bir cuma günü Mistik, söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varamadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı, Arasından kayan çakı, sol elimin şahadet parmağını kesti. Sulu kırmızı bir kan akmağa başladı. O saatte aklıma bir şey geldi; ant içmek... Parmağımın acısını unuttum! Mistik'a:
—Haydi, dedim hazır elim kesildi. Kan kardeş olalım. Sen de kes...
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük, yuvarlak başını salladı.
—Olur, mu ya? Ant için kol kesmek lâzım...
—Canım, ne zararı var? Diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi... Razı oldu. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz de-rince kesti, kan o kadar koyu idi ki, akmıyor bir damla, halinde kabarıyor, büyüyordu. Parmağımın kanı ile karıştırdık. Evvelâ ben emdim. Bu tuzlu sıcak bir şeydi. Sonra da benim parmağımı, emdi.Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay, belki bir yıl. Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu âdeta unutmuştum. Gene birlikte oynuyor, mektepten eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük hoca bizi yarım azad etti. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk.
Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda, yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara, bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından, birkaç odam kalın sop-larla kovalıyorlardı. Bize: "-Kaçınız, kaçınız; ısıracak!" diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Evvelâ ben biraz kendimi toparlayarak: "-Aman kaçalım!.." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mistik: "-Sen arkama saklan!" diye haykırdı. Önüme geçti. Köpek, onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. Biraz söyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar, yetiştiler. Köpeğe kollarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mistik kurtuldu. Zavallının kollarından, burnun-dan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arası-na sıkıştırmış, ağzı yerde dörtnala kaçtı. Mistik: "-Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler, ben de hemen evimize koştum. Ertesi günü Mistik mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi. Anneme Hacı Budaklara gidip Mistik'ı görmemizi söyledim. Hastaymış yavrum, dedi. İnşallah iyi olunca gene oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptırOndan sonra ben, her sabah Mistik'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle gittim. Fakat heyhat! O hiç gelmedi. Köpek kudurmuş...
Ömer Seyfettin
Sihirbazın Öykücüsü
28 Mayıs 2013 Salı
Durum Öyküsü Örnekleri
Sait Faik Abasıyanık - Semaver
-Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş bulmuştu.Bir haftadır fabrikaya gidiyordu.Anası memnundu. Namazını kılmış,duasını yapmıştı.İçindeki Cenabı Hak'la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu,geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri,ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi. Halıcıoğlu'ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış,bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecr-i kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti. Ali nihayet uyandı.Anasını kucakladı.Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti.Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı.Yataktan bir hamlede fırlayan opluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri,içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yanlız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali'miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'te büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan, biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar. Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali bir kaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı. Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğluna geçtiler. Ali, bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir.Onun ustası İstanbul'da bir tek elektrikçi idi.Bir Alman'dı.Ali'yi çok severdi. İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda,yani gençlikte idi. Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi. Anası: -Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma! Ali: -Allah affeder ana, dedi. Sonra saf, masum sordu: -Allah hiç gülmez mi? Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar. Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı. Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yanlız koku,buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi.Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıkarken bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu. Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş. Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber, uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü,camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi.Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi. Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak.O kadar, muvaffak olmuş bir aktör. Sarıldı.Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı.Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı,yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederinin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı? Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye baktı. Hiç de korkunç değildi. Bilakis, çehresi eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yol- landı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi. Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm, munis anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız,biraz soğuktu. Ölüm, bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar... Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı. Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler.O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı. Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer. Kış Haliç etrafında İstanbul'dakinden daha sert,daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler;mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarınıvererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi. Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler, üstünde rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
KaynakWh: http://www.webhatti.com/hikayeler/421573-durum-ve-olay-hikeyesi-ornegi.html
-Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş bulmuştu.Bir haftadır fabrikaya gidiyordu.Anası memnundu. Namazını kılmış,duasını yapmıştı.İçindeki Cenabı Hak'la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu,geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri,ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi. Halıcıoğlu'ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış,bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecr-i kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti. Ali nihayet uyandı.Anasını kucakladı.Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti.Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı.Yataktan bir hamlede fırlayan opluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri,içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yanlız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali'miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'te büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan, biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar. Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali bir kaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı. Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğluna geçtiler. Ali, bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir.Onun ustası İstanbul'da bir tek elektrikçi idi.Bir Alman'dı.Ali'yi çok severdi. İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda,yani gençlikte idi. Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi. Anası: -Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma! Ali: -Allah affeder ana, dedi. Sonra saf, masum sordu: -Allah hiç gülmez mi? Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar. Anası sabah namazı okunurken Ali'yi uyandırdı. Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yanlız koku,buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Ali'nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi.Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıkarken bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu. Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş. Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber, uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü,camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi.Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi. Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak.O kadar, muvaffak olmuş bir aktör. Sarıldı.Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı.Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı,yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederinin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı? Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye baktı. Hiç de korkunç değildi. Bilakis, çehresi eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yol- landı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi. Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm, munis anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız,biraz soğuktu. Ölüm, bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar... Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı. Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler.O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı. Bundan sonra Ali'nin hayatına bir salep güğümü girer. Kış Haliç etrafında İstanbul'dakinden daha sert,daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler;mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarınıvererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi. Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler, üstünde rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
KaynakWh: http://www.webhatti.com/hikayeler/421573-durum-ve-olay-hikeyesi-ornegi.html
***
Gittim
Zangoç günleri karıştırmış olmalı. Cuma günü çan mı
çalınır! Yapağı Sokağı’nın başındaki eski Ermeni kilisesini terk edilmiş
zannederdim, ta ki elinde meyve poşetleriyle kapıdan içeri giren çocuğu görene
kadar. Göz göze geldiğimizde bakışlarını kaçırmıştı. Kendini gizleyen insanlar,
çöp ev yapan adamlar, peşlerine kedi takan kadınlar. Ne tuhaf bir semtte
yaşıyorum! Bir evin önünde onlarca kedi. Hayvan sevmeyen birisi olarak oradan
geçmek zaten çok zorken kedilerin orada bekleme sebeplerini öğrenince daha
tedirgin olmaya başladım. Bir gün başıma et parçası gelebilir! Zira apartmandan
yaşlı bir kadın pencereden yiyecek atarak besliyormuş kedileri. Buradaki
yaşlılar bir âlem. Bir gün de başka bir apartmanın önünden geçerken az kalsın
başıma topuklu bir ayakkabı isabet ediyordu. Artık neye sinirlendiyse kadın,
pencereden atıyordu eşyalarını.
Sahile doğru yürüsem, meyhanelerin önünden geçip
kendini rakı şişesinin dibinde arayanları izlesem. Bir sigara yakarım belki.
Yok yok. En iyisi sahilde balık tutanları izlemek. Hava güzel. Delikanlılardan
biri kıpkırmızı. Oltayı nereye atacağına karar vermek için başını demirlere
yaslamış, düşünüyor. Alnından yanaklarına akan ter, esen rüzgârla kuruyor.
Kaşınıyor yüzü tuzdan. Elleri yanağında dolaşırken karar veriyor ve oltayı
atıyor ileri. Balık tutan adama çarpılır mı hiç! Meyhaneden çıkan birisi
sallana sallana yürürken bizim delikanlıya çarptı. Neyse ki oltaya hâkimiyetini
kaybetmedi çocuk. Bir kıpırtı. Bir hareket. Heyecanla oltaya sarılırken annesiyle
çekeceği ziyafeti düşündü. Şöyle kocaman bir balık olsa! Elini misinaya atınca
baktı ki küçücük balık. Ağzında kırmızı bir şey. Bir çilek! Balık hiç çilek yer
mi! Kokusuna mı aldandı kıpkırmızı rengine mi. Sinirle balığı geri denize attı
delikanlı.
Dönmeliyim ara sokaklara. Şu sahafa gideyim. Eski püskü eşyaları
doldurmuş küçük bir odaya, ‘Sahafçı’ tabelasını da asmış kapısına. Çalmayan bir
org, tuşları eksik bir daktilo, unutulmuş oyuncaklar, renkleri solmuş tablolar,
çerçeveler ve kitaplar. Yeni çıkan ama satışı az olan kitapları da dizmiş
raflara. Tozlanan ellerimi çırparken küçük bir çocuk girdi içeri. Önemli bir
şey söyleyecekmiş gibi baktı, ‘‘Sen ayıp kitaplar satıyormuşsun,’’ dedi sahafa.
Parmağıyla alt rafları işaret ediyordu. Kahkahalar atarak kaçtı sokağa. Aşağı
raflara ve sahaf dükkânının sahibi yaşlı adama bakmamaya çalışarak çıktım
oradan. Yine sokaklar. Yine eski Ermeni Kilisesi. Kediler duvarlarının
kenarında bile dolaşmıyor.
Gözlerimi
kaçırıyorum çöp evin sahibi yaşlı adamdan. Mavi apartmanın önüne balık
dökmüşler. Pis kokan, gözlerinin parlaklığı gitmiş olan balıklar.
‘‘Asel. Dur.’’
Bir kadın. Yüzü bana dönük. Ardında bir adam. Sesi
soğuk. Sadece bir emir. Ne yalvarma ne hüzün ne kıskançlık. Buz gibi bir emir.
Arkasına dönmeden olduğu yerde durdu Asel. Bana baktı. Adam sokuldu kadına.
Gözlerinden okuyordum. Önce soğuk bir şeyler hissetti kadın. Sırtında buz gibi
bir his. Gözleri korkuyla açıldı. Sonra müthiş bir sıcaklık. Ve yere bir şeyler
damlıyordu. Alev alev. Kadın, kan birikintisine baktı yere düşmeden önce.
Yansımadaki gözler, adamın gözleri, taptığı gözler. Zevk ve nefret vardı.
Gözlerini kapadı Asel. Alaycı gülümsemesiyle gitti adam. Dönüp bir kez bile
bakmadı cesede. Bir gazete parçasıyla örttüm Asel’in üstünü. Gittim.
Hayat dediğin gözlerini kapamaktan ibarettir.
Gittim.
Gizem Bulut
Öykü
Öykü ya da hikâye, gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayı aktaran kısa, düz yazı şeklindeki anlatıdır.
Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.
Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla oluşturulan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.
Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm vegerçekçilik akımlarının psikolojik travma psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.
Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov’un öyküleri, öykü türünün edebi eserler arasında sağlam bir yere oturmasına büyük katkı sağlamıştır. Bilinen ilk öykü örneği ise İtalyan yazar Giovanni Boccaccio'nun Decameron adlı eseridir. Eser temel olarak 1348 yılında İtalya da ortaya çıkan bir veba salgınını konu alır.10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden oluşur. Mutluluklar, kadın erkek ilişkileri, gönül yaraları, yerinde verilen yanıtlar, çıkar peşinde koşan din adamları öykülerin başlıca konularını oluşturur.
Türkiye'de öykü ya da hikâye kavramı diğer yeni türler gibi Tanzimat'tan sonra edebiyatımıza girmiştir. Öykünün bizdeki ilk gerçek temsilcisi olarak Ömer Seyfettin'i görmek mümkündür. Falaka,Başını Vermeyen Şehit,Pe'de hikâyeciliğin gelişmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Ayrıca Sait Faik Abasıyanık'ta Türk öykücülüğünün önemli temsilcilerinden biridir. Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.
Edgar Allan Poe'nin Grotesk ve Arabesk öyküleri adlı eseriyle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nde değil Avrupa'da da etkili oldu. Almanya'da Heinrch von Kleist, ve E. T. A. Hoffmann, psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.
Hikâyenin Öğeleri
a. Olay: Öykü kahramanının başından geçen olay ya da durumdur. Hikâyede temel öge veya durumdur.
b. Çevre (yer): Hikâyede sınırlı bir çevre vardır. Olayın geçtiği çevre çok ayrıntılı anlatılmaz, kısaca tasvir edilir.
c. Zaman: Hikâye kısa bir zaman diliminde geçer. Hikâyeler geçmiş zamana göre (-di) anlatılır. Konu, yazarın kendi ağzından veya kahramanın ağzından anlatılır.
d. Kişi: Hikâyede az kişi vardır. Bu kişiler "tip" olarak karşımıza çıkar ve ayrıntılı bir şekilde tanıtılmaz. Hikâyede kişiler sadece olayla ilgili "çalışkanlık, titizlik, korkaklık, tembellik" gibi tek yönleriyle anlatılır. Kişiler veya tipler, belli bir olay içinde gösterilir. Bu tiplerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır.
b. Çevre (yer): Hikâyede sınırlı bir çevre vardır. Olayın geçtiği çevre çok ayrıntılı anlatılmaz, kısaca tasvir edilir.
c. Zaman: Hikâye kısa bir zaman diliminde geçer. Hikâyeler geçmiş zamana göre (-di) anlatılır. Konu, yazarın kendi ağzından veya kahramanın ağzından anlatılır.
d. Kişi: Hikâyede az kişi vardır. Bu kişiler "tip" olarak karşımıza çıkar ve ayrıntılı bir şekilde tanıtılmaz. Hikâyede kişiler sadece olayla ilgili "çalışkanlık, titizlik, korkaklık, tembellik" gibi tek yönleriyle anlatılır. Kişiler veya tipler, belli bir olay içinde gösterilir. Bu tiplerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır.
Hikâye Türleri
Hikâyeciliğin tarihsel süreci incelendiğinde karşımıza iki tür hikâye çıkmaktadır. Bu türler "olay öyküsü" ve "durum öyküsü" olarak adlandırılır.
a. Olay öyküsü: Bu tarz öykülere "klasik olay öyküsü" de denir. Bu tür öykülerde olaylar zinciri, kişi, zaman, yer öğesine bağlıdır. Olaylar serim, düğüm, çözüm sırasına uygun olarak anlatılır. Olay, zamana göre mantıklı bir sıralama ile verilir. Düğüm bölümünde oluşan merak, çözüm bölümünde giderilir. Bu teknik, Fransız sanatçı Guy de Maupassant tarafından geliştirildiği için bu tür öykülere 'Maupassant tarzı öykü" de denir. Türk edebiyatında bu tarz öykücülüğün en büyük temsilcisi Ömer Seyfettin'dir. Ayrıca Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu da olay türü öykücülüğünün temsilcileri arasındadır.
b. Durum öyküsü: Bu tarz öykülere "modern öykü" de denir. Her hikâye olaya dayanmaz. Bu tür öykülerde merak öğesi ikinci plandadır. Yazar, bu öykülerde okuyucuyu sarsan, çarpan, heyecana getiren bir anlatım sergilemez. Onun yerine günlük hayattan bir kesit sunar veya bir insanlık durumunu anlatır. Bu öykülerde kişisel ve sosyal düşünceler, duygu ve hayaller ön plana çıkar. Durum öyküsü ünlü Rus edebiyatçı Anton Çehov tarafından geliştirildiği için bu tür öykülere "Çehov tarzı öykü' de denir. Türk edebiyatında bu tarz öykücülüğün öncüsü Memduh Şevket Esendal'dır. Sait Fait Abasıyanık da bu tarzın başarılı temsilcilerindendir.
c. Ben merkezli öykü: Durum hikâyesine benzeyen ancak kahramanın daha çok kendi ruh hâli ve hayal dünyasını yansıttığı hikâyelere ben merkezli hikâye" denir. Bu hikâyelerde olaylar kahraman anlatıcı bakış açısıyla verilir. Hikâyenin ana kahramanı yazarın kendisidir. Yazar, yaşadığı olayları kendini merkeze koyarak, kendisini birey olarak ele alarak anlatır. Bu hikâye türünde yazar, gözlemlerden ve olaylardan hareketle bireysel bunalım ve çıkmazlara yönelir. Bu nedenle bu hikâyelere "bireyi birey olarak ele alan hikâyeler" de denir. Hikâye kahramanı dış dünyayı içinde bulunduğu ruh hâline göre algılar ve anlatır. Hikâye kahramanı genellikle düş dünyasına sığınır. İlk defa batıda görülen bu tarz hikâyenin önde gelen temsilcisi Franz Kafka'dır.
Ben merkezli öykünün Türk edebiyatındaki ilk temsilcisi Haldun Taner'dir. Bilge Karasu, Oğuz Atay ve Nezihe Meriç de bireyi birey olarak ele alan (ben merkezli) hikâyeler yazmışlardır.
Öykü Dünyasına Yolculuk
Öykü büyüdür, büyülüdür. Bu yüzden 'Sihirbazın Öykücüsü' sayfanın adı. Öykü türlerini öğrenirken eğlenmeli, büyülenmeli ve yazın sanatını sevmeli. Öykü dünyasında keyifli yolculuklar dilerim (:
Her yaştan insanın okuyup keyif alacağı bir sayfadır hayalim. Keyif alırken bir şeyler de öğrenmeli elbette.
Her yaştan insanın okuyup keyif alacağı bir sayfadır hayalim. Keyif alırken bir şeyler de öğrenmeli elbette.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)